Tarihi ve Turistik Değerlerimiz
Erenköy- Karpaz Belediyesi'ne bağlı tarihi ve turistik yerler:
Yenierenköy: Memeler Mağarası, Dev (Anıstal) Heykeller,Bizans Kilisesi (Byzatine Church), Ayios Thrysos Kilisesi (Ayios Thrysos Church), Küçük Mağara Kilisesi (Small Cave Church, Eski Liman yolu üzerinde eski eserler, Tarihi Un Değirmeni, Saklı Kilise vb.
Adaçay : Osmanlı Mezarlığı ve Türk Camii,
Yeşilköy : Ayfodu Mağarası, Ayios Andronikos kilisesi, Türk eski camii, Osmanlı mezarlığı, Un değirmenleri (kalıntılar),
Ziyamet : Köy merkezindeki kilise, kilise ve mağara
Avtepe : Elisis Kastros Antik Mezarı (Gastro Mağarası) ve küçük yer altı kilisesi
Sipahi : Ayios Trias Bazilikası,
Boltaşlı : Panagia Kyra (Kanakaria) Kilisesi,
Esenköy : Mağara (Yatan kadın figürlü-rivayet )
Kuruova : Nitovikla Kalesi (Nitovikla Castle)
Kaleburnu: Kastro Mağarası, Kral Tepesi, Kaleburnu Camii (Yedi Şehitler Camii), Babaliki hanı ve kahvehanesi
Dipkarpaz : Apostolos Andreas Manastırı (Apostolos Andreas Monastery), Ayios Synesios Kilisesi, Antik Karpasia Kenti ve Ayios Philion Kilisesi (The Ruins of Ayios Philion), Efendrika (Urania/Aphendrika), Elousa Kilisesi (Manastırı), Göktaşı (Kırmızı Taş), Kastros Neolitik Yerleşim Yeri, Kastros Burnundaki Aphrodite Acraea Tapınağı, Klides Adaları (Zafer Burnu),vb.
MEMELER MAĞARASI- (Yenierenköy )
(Kaynak Kişiler: Mustafa Ceylanlı (76) Ayşe Ceylanlı (64). Sipahi Rumları. Derleme yılı: 1995-2008
Derleyen Mustafa MERAKLI-Hasan KARAOKÇU. Gözlem ve Foto: Hasan KARAOKÇU)
Karpaz bölgesinde yıllardır burada yaşayan Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında dilden dile söylenen ancak yok olmaya yüz tutmuş inanışa dayanan bir efsaneyi daha gün ışığına çıkarıp, yazılı bir kaynak haline getirebilmek için yollardayız. Karpaz’ın bazı bölgelerindeki ağır arazi koşulları istediğimiz hedefe ulaşma konusunda bizi çoğu zaman geciktirdiği için bir gece önceden Yenierenköy’e gidip Terasa Otel’de konaklıyoruz. Hedefimiz Esenköy ile Yenierenköy arasında efsane ile bütünleşmiş Memeler Mağarası. Bölgede yaşayanların bir başka deyimi ile “Galahdini Mağarası”. Daha önceden yaptığımız araştırma ve belirlediğimiz program çerçevesinde sabah Erenköy’e gidip bölgeyi ve mağaranın yerini bilen rehberimiz Savaş Aydener ile buluşuyoruz. Onda da uzun zamandır bölgeye gitmemenin verdiği büyük bir heyecan var. Teresa Otel’in sahibi Erdoğan Hoca’da efsanesini çok duyduğu halde yerini bilmediği Memeler Mağarası ile ilgili keşif gezimizde bize eşlik etmeye karar veriyor. Arabayla mağaranın bulunduğu tahmin edilen bölgeye doğru yöneliyoruz. Bir noktadan sonra girdiğimiz toprak yolun da sonuna geliyoruz. Birlikte araçlardan inip yürümeye başlıyoruz. Şubat ayının verdiği soğuğa, bir de keskin rüzgar eklenince iliklerimize kadar üşüyoruz. Makilik bir alanı geçtikten sonra keskin ve uçurumu andıran kayalıkların olduğu bir sahile ulaşıyoruz. Mağaranın ağzı denize bakması nedeniyle rehberimizin kestirdiği bir bölgeden kesin kayalıkların arasından aşağıya doğru süzülmeye çalışıyoruz. Keskin rüzgarın ardından keskin kayalıklar arasında ilerlemeye çalışıyoruz. Çok iyi konsantre olmak durumunda olduğumuzu biliyoruz. Ayağın kaydığı anda ya kayalıklara vurup yaralanma, ya da 15-20 metreden denize düşüp parçalanma riski çok yüksek. Çünkü deniz de oldukça fırtınalı. Bunun verdiği gerginlikle neredeyse artık soğuğu hissetmiyoruz. Tüm zorluklara rağmen yaklaşık 200 metre kadar batıya doğru ilerliyoruz. Ancak girişimimiz başarısız oluyor ve Memeler Mağarası’nı bulamıyoruz. Tekrar zirveye çıkıp bir değerlendirme yaptıktan sonra yeniden keskin kayalıkların içine doğru süzülüyoruz. Öyle yerlere geliyoruz ki geri dönme şansı bile imkansız gibi. Her türlü riski alarak sıçrayıp karşıya geçmek durumunda kalıyoruz. Keskin kayalara sürünerek hareket etmek durumunda olduğumuzdan ellerimiz kollarımız ayaklarımız çiziliyor ve onların acısını hissetmeye başlıyoruz. Yaklaşık yarım saat süren ikinci tarama sürecinden de sonuç alamıyoruz. Bu doğal olarak ekibin moralini bozuyor. Mağaranın yerini bilen rehberimiz ciddi şekilde şüpheye düşmeye başlıyor. Doğal çünkü çok uzun yılardır bölgeye gelmemiş. Yılmak yok, mağarayı bulmak zorundayız. Yeniden zirveye çıkıp batıya doğru 300-400 metre ilerledikten sonra arama çalışmalarına yeniden başlıyoruz. Beynimizdeki umut düşüncesi, neredeyse kendini umutsuzluğa bırakıyor. Bazen birbirimizi görüyoruz, bir anda herkes gözden kayboluyor. Öylesine keskin ve engebeli bir kayalık alanla karşı karşıyayız.
Sonunda rehberimizden beklediğimiz “Mağarayı buldum” haykırışı ile ekibimizde büyük bir sevinç oluşuyor. Kimimiz gelen sesten biraz geride, bazımız önde bulunuyoruz. Bütün ekip büyük bir heyecanla mağaranın olduğu yere doğru ilerliyor. Kısa sürede mağaranın önünde buluşuyoruz. Mağaranın ağzı dar. Hepimizin aynı anda birlikte içeriye girme olanağı yok. İki bölümden oluşan mağaranın birinci bölümü dar. İkinci bölümü ise bir odayı andırıyor. Denizden gelen dalgalar içerisini su doldurmuş durumda. Su derinliği bir adam boyundan fazla görünüyor. Elimde fotoğraf makinesi ile ilk içeriye girenlerden biri ben oluyorum. Çalışma alanı çok kısıtlı, üzerine tutunabileceğiniz kayalar kayganlaşmış durumda. Ayağınız kaydığı anda mağaranın dibindeki suyun içindesiniz. Ama gördüğümüz manzara her türlü riski beyninizden silip atıyor. Mağaranın tavanında efsaneyi anlatanların dediği gibi memeyi andıran yüzlerce sarkıt var. Bunlar insan memesi, yanında küçükbaş ve büyükbaş hayvan memelerine de benziyor. Hepsinden de tıp tıp su damlıyor. O damlaların suda çıkardığı ses hoş bir melodi gibi geliyor. Ama en önemlisi inanılmaz bir renk zenginliği. Bu ister istemez insanı büyülüyor. Bunu anlatmak kelimelere sığmaz mutlaka görmek gerekiyor.
Esenköy ve Erenköy’de konuştuğumuz kaynak kişiler, bu memelerden şifalı su damladığını anlatmışlardı. Mağaranın içindeki sudan tadıyorum oldukça tuzlu. Biraz daha ilerleyip sarkıtlardan damlayan sudan avucumda biriktirip yudumluyorum. İnanılmaz ama su gerçekten çok tatlı. Buna inanmak gerçekten çok güç. Çünkü mağaranın olduğu yere yukardan kaynak bir su gelme ihtimali hemen hemen yok gibi. Üstelik sadece bir sarkıttan değil bütün sarkıtlardan tatlı su akıyor. Güç koşullara ve ayağımın zaman zaman kayıp suya girmesine karşın bu kutsal mağaranın olabildiğince fotoğraflarını çekiyorum. Ardından diğer arkadaşlar içeriye girip gözlem yapıyorlar. Yaklaşık 45 dakikada çalışmamızı tamamlıyoruz. Kıbrıs halkının dilinde yüzlerce yıldır dolaşan kutsallığa dayalı “Memeler Efsanesi”nin yerini tespit etmenin inanılmaz hazzını yaşıyoruz. İçimiz huzurla dolu olarak Memeler Mağarası’ndan ayrılıyoruz. Sarkıtlardaki renk zenginliği ise hafızalarımıza kazınıyor. Şimdi de derlediğimiz Memeler Efsanesi’ni sizlere aktaracağız: İşte Memeler Efsanesi
MEMELER MAĞARASI(GALAHDİNİ) EFSANESİ
“Çok tanrılı inançların yaygın olduğu dönemlerde Karpaz bölgesinin çok çalışkan bir halkı varmış. Geçim kaynakları da o dönemlere göre tarıma dayalı hayvancılıkmış. Bölge halkı kendilerine nimet sağlayan hayvancılığı çok severlermiş. Hayvanları ile yatıp hayvanları ile kalkıyorlarmış. Çocukları gibi onları severlermiş. Hayvanlarında hastalık baş gösterdiğinde çok üzülürler, iyi iseler çok sevinirlermiş. Bu nimetleri onlara bahşetmesinden dolayı her zaman dua edip şükreder ve tanrılara itaat gösterirlermiş. Sahip oldukları hayvanlar hep memeli hayvanlarmış. Ulaşım için at ve eşek, etinden, sütünden, yününden vs. faydalanmak için de keçi, koyun, inek ve domuz besliyorlarmış. Sadık dostları köpekler ise koruyucu olarak onlara eşlik ediyorlarmış. Her şey diledikleri gibi gittiği için bu cennet gibi yerde gönüllerince yaşıyorlarmış. Gel zaman git zaman bölge insanı nankörleşmeye başlamış. Tanrılara itaatı bıraktıkları gibi, tanrıların kendilerine sunduğu her türlü nimete değer vermez olmuşlar. Doğanın bitmez tükenmez kaynaklarının sonsuz olduğunu zannetmişler. Hastalanan hayvanlarını ise “Nasıl olsa çok var uğraşmaya değmez” diyerek iyileştirme yönüne gitmeden onları oracıkta öldürürlermiş. Büyük tanrı, bu nankörlüğe bir son vermeye karar vermiş. Bir gün Bereket Tanrısı (Priapos)’u yanına çağırarak, bölgedeki üremeyi ve bereketi sonsuza kadar durdurmasını emretmiş. Kendi kendine çareler düşünen Bereket Tanrısı’nın aklına hayvanların ve insanların üremesini durdurmak gelmiş. İlk olarak tüm canlıların sütlerini kesmiş. Deniz kıyısında bulunan bir mağaranın içersinde de insan memeleri yanında, küçükbaş ve büyükbaş hayvan memelerini yapıştırarak taş kesmiş. Ardından da bölge halkına seslenerek; “Aklınız varsa bu mağrayı bulur memelerden akan sudan içer ve nesillerinizin yok olmasını önlersiniz” demiş. Ama hiçbir canlı buna itibar göstermemiş. Zaman geçtikçe tüm canlıların memeleri hastalanıp sütleri kesilmeye başlamış. Sabah uyanan tüm yavrular annelerinin memelerinde süt bulamadıkları için ağlayıp bağrışmaya başlamış. Hayvanların sütü de kesilince bölge halkı yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış. Perişan bir duruma düşen bölge halkı ne yaptıysa, ne ettiyse bu duruma bir çözüm bulamamış. Bölgede hayvancılıkla uğraşan yaşlı bir ihtiyar bir gün gezine gezine rastgele mağarayı bulmuş. Heyecanla yavaş yavaş mağaranın içerisine girmiş. Bir de ne görsün yüzlerce kadın yanında küçükbaş ve büyükbaş hayvan memesine benzer kayalar. Bunlardan da damlayan sular. Birden aklına Bereket Tanrısı’nın sözleri gelmiş. Küçükbaş hayvan memelerini andıran kayalardan akan suyu bir kaba doldurarak evine dönmüş. Bu suyla kalan 3-5 hayvanının memelerini yıkamış. Kısa süre sonra hayvanların sütleri yeniden gelmeye başlamış. Büyük bir sevinç yaşamış. Bu durumu tüm komşularına anlattıktan sonra tüm bölge halkı duymuş. O günden sonra sütleri kesilen kadınlar yanında, hayvanlarının sütü kesilen çobanlar mağraya akın etmeye başlamışlar. Suyu alıp memelerine sürülen kadınlar, hayvanlar iyileşmeye başlamış. Böylelikle bölgedeki insan ve hayvan neslinin tükenme tehlikesi ortadan kalkmış.” Bu inanış daha sonra devam ederek günümüze kadar gelmiş. Karpaz yarımadasında bulunan Esenköy’de hayvancılıkla uğraşan 76 yaşındaki Mustafa Ceylanlı, bölge halkının söz konusu mağaraya “Galahdini Mağarası” dediklerini belirtiyor. Mustafa Ceylanlı, 1960’lı yılların sonlarına kadar bölgede hayvancılık yapan gerek Rumların, gerekse Türklerin sütleri kesilen hayvanlarını iyileştirmek için bu mağaraya giderek memelerden damlayan sulardan aldığını ve yıkanan hastalıklı memelerin iyileştiğini anlatıyor.
Mustafa Ceylanlı konuyla ilgili anılarını şöyle dile getiriyor:
“Ama siz da duydunuz, çok mühimdir o mağara. Biz oraya Galahdini derik. Süt veya süt kabı manası taşır. Biz eskiden farzedelim ki goyun veya keçilerin memesi fena olurdu ağrırdı, sütü kesilirdi. Yüklerdik keçiyi ya da goyunu eşeğin sırtına taa bundan Galahdini mağarasına kadar giderdik. Mağaraya girer götürdüğümüz goyun ise goyun, keçi ise keçi memesine benzer taşları bulurduk. O taşlardan alan suyu kaba doldurur orada hayvanın memesini yıkardık. Ta köye gelelim iyileşirdi.”
1995 yılı Mayıs ayında konuştuğumuz Sipahili bir Rum çoban ise mağarayla ilgili anısını bize şöyle dile getirmişti: “Ziyamet köyünde yaşayan ihtiyar bir papaz vardı. Koyunu keçisi yoktu ama eşeğine biner mağaraya giderdi. Ben de “Hade bizim hayvan var da gelirik. Sen napmaya gelin bu mağaranın içine?” diye incidirdim gendini. O da gülerek “Her şeye faydası varmış bu suların. Bu yaştan sonra biraz zor ama. Bir umut biz da gelirik” diye cevap verirdi. Boşuna dememişler çıkmayan candan umut kesilmez diye.
ANITSAL DEV HEYKELLER VE KİLİSE HAREBELERİ (Yenierenköy)
Yenierenköy’ün doğusundaki Ay. Thyrsos Kilisesi’nin yaklaşık 3 km güneyindeki Vikla (Gözetleme amacıyla kullanılan yüksek yer) tepesinin kuzey yamacındaki Ayia Triada mevkiindeki eski eser alanında kireç taşından yapılmış iki heykel bulunmaktadır. Heykellerden biri büyük, diğeri ise normal bir insan boyundadır. Mısır etkisi taşıyan büyük boy erkek heykeli, yaklaşık 4.30 metre boyunda, kadın olan diğer heykel ise yaklaşık 2.40 metre boyundadır. Bir kadını yansıttığı tahmin edilen heykelin sağ elinde bir cisim bulunmaktadır. Bu cismin bir tef, lir veya Tanrılara sunulacak bir adak hediyesi olabileceği varsayılmaktadır. Kıbrıs’ta genellikle bu şekildeki heykeller Geç Arkaik Dönem’den (M.Ö 600-475) başlayarak Roma Dönemi’nde (M.Ö. 30- M.S. 330) de devam eden küçük boy heykellere benzediklerinden, bu dönemlere tarihlenmeleri olası görülmektedir. Heykellerin çevresindeki Pyrgos mevkiinde Ayia Marina Kilise harabesi bulunmaktadır. Tek sahınlı olan kilisenin iç duvarlarında M.S. XIII. Yüzyıla ait fresk kalıntıları bulunmaktadır. Kilisenin kuzeyinde bir şapel ve biraz ilerisinde de bir sarnıç yer almaktadır.
MONUMENTAL STATUES AND CHIRCH RUINS- Yenierenköy
Three kilometers South of the Ayios Thyrsos Church which itself is to the east Yenierenköy is Vikla Hill. In the Aghia Triada locality on the northern slope of this hill there are two monumental statues carved out of limestone. The smaller of the statues is approximately 2.40 metres in height whilst the other is considerably larger at approximately 3.30 metres in height. The larger of the two bears similarities with Egyptian statues found elsewhere. The smaller, statue which appears to be female is holding an object in her right hand which may be some kind of a tambourine or a lyre or perhaps a devotional offering to the gods. Statues of this type resemble smaller ones found in Cyprus which are generally from the Late Archaic Period (B.C.E. 600- 475) up to the Roman Period (P.C.E. 330- 30) and so it most likely that the statues belong to these periods. In the vicinity of the statues near to the Pyrgos locality are the ruins of the Aghia Marina Church. Consisting of a single space, the walls have the remains of 13th century frescoes. To the north of the church is a small chapel and close to this is a water cistern.
AYIOS THYRSOS KİLİSESİ (Yenierenköy):
Yenierenköy’ün deniz kenarındaki Ayios Thyrsos bölgesinde küçük bir kilisedir. M.S. XVI-XVII. Yüzyıla tarihlenmektedir. Kilise adını, bir zamanlar Karpasia kentinin Piskoposu da olan erken Bizans Dönemi azizi Thyrsos (Theryssos)’dan almaktadır. Kayalık bir alana yapılmış olan kilisenin apsiti, bir zamanlar Ayios Thyrsos’un içinde yaşadığı mağaranın olduğu yere inşa edilmiştir. Ancak, bu mağara günümüze kadar gelmemiştir. Kilisenin kuzey-batı köşesindeki basamaklarla ayazmanın (kutsal suyun) bulunduğu kilisenin altındaki yeraltı odasına inilmektedir. Odanın tabanında kutsal suyun var olduğu bir çukur, duvarda ise dar bir tünel bulunmaktadır. Cilt hastalığı olanların buradaki suyla yıkandıktan sonra denizde de yıkanmaları halinde sağlığa kavuşacaklarına inanılmaktadır. Eski kilisenin güney batısındaki yeni kilise ise 1911 yılında inşa edilmiştir.
AYIOS THYRSOS CHURCH – This small church, situated on the sea shore in the Ayios Tyhrsos lacality near Yenierenköy, is from St. Thyrsos, Bishop of Karpasia in the Early Byzantine Period. The apse of the church is built upon rocks where, it is said, was a cave in which St. Thyrsos lived. However, there are no traces of this cave today. In the North west corner of the church are steps which lead down to an underground room which has a font where holy water is said to have flowed. There is an indentation in the ceiling from which water actually seeps. In the Wall there is a narrow tunnel. It is believed that people with skin complaints who bathe in this water and then in the sea will be cured. The new chruch to the South West of the Ayios Thyrsos church was constructed in 1911.
Yenierenköy’de eski liman bölgesinde Turizm gelişme alanı olarak da bilinen bölgede bulunan Cümbez Ağacı (Tropikal İncir)
TARİHİ CÜMBEZ AĞACI -(Yenierenköy)
Kıbrıs’ta çok az sayıda bulunan ve ülkemiz kültür mirası çatısı altında korunan Gazimağusa’nın ünlü Cümbez Ağacı’nın (tropikal incir) bir benzeri Yenierenköy’de eski liman bölgesinde bulunuyor. Heybetli görüntüsü ve gövdesi üzerine verdiği incire benzeyen meyveleri nedeniyle dikkat çeken ve ülkemizde az sayıda olan cümbez ağacı bölgemizde de çok az kişi tarafından biliniyor ve ziyaret ediliyor. Yenierenköy’de eski liman bölgesinde, Turizm gelişme alanı olarak da bilinen bölgede yabancı bir yatırımcıya ait arazideki Cümbez Ağacı’nın (Tropikal İncir) yüzyıllık olduğu tahmin ediliyor. Yenierenköy’deki Cümbez Ağacı’nın kök çevresi 365 santim, ağacın gölgelik alanı genişliği ise yaklaşık 400 metrekareye varan ağacın uzunluğu ise 12.5 metre. Yenierenköy’deki ağacın yaşının büyük olduğu tahmin edilirken, heybetli oluşu Gazimağusa’daki ağaç ile kıyaslandığında neredeyse aynı olabileceği olasılığını gündeme getirdi. Botanik ismi Ficus Soycomorus veya Minimal Deciduos olarak bilinen Cümbez Ağacı’nın Ada’mız genelindeki cümbezler arasında ilk sıralarda yer alabileceği gözlemlendi. Yılda yedi kez meyve verdiği kaydedilen cümbez ağacının meyveleri incire benzemesi ise ayrı bir özellik katıyor. Bölge halkı tarafından çok fazla bilinmeyen cümbez ağacının meyveleri ağaç çevresine dökülürken, az şekerli olan ve yararlı olduğunu bilen ve tadına varanlar içinse vazgeçilmez bir meyve olarak tüketiliyor.
MAĞUSA’NIN CÜMBEZİ: Ülkemizde ender bulunan ağaçlar arasında yer alan ve özellikle Gazimağusa’da Lala Mustafa Paşa Camii’nin avlusundaki Cümbez Ağacı’nın köklerinin Doğu Afrikaya dayanan tropikal incir ağacının bir çeşidi olduğu belirtiliyor. Gazimağusa’daki Cümbez ağacı, çevresinin: Tabandan 1.30 metre yükseklikte 4.95 metre, boyunun 15 metre ve tahmini yaşının ise 715 olduğu kayıtlara geçti. Lala Mustafa Paşa camisinin (St Nikolas Katedrali) ana girişinde bulunan cümbez ağacının, katedralin inşaatına başlanan 1298 yılında dikildiği söylenmektedir. Kıbrıs`ta yaşayan en yaşlı ve canlı ağaç olarak bilinmektedir. Yılda yedi kez meyve veren cümbez ağacı, eski mısırlılar döneminden beri hem sıcak yerlerde sağladığı gölge hem de kerestelerinin değeri nedeniyle önem taşır. Halk arasında meyveleri “Firavun Meyvesi” olarak da bilinir. Ağacın gövdesi, ana gövdeden büyüyen daha küçük dallarla çevrili olup, bunlar ağaca ilave destek vermektedir. Oldukça büyük bir kök sistemden yayılmış görüntüsü taşımaktadır. Gövde, 2.70 metreden sonra 7 dala ayrılır. Ana gövdesinin çevresinde bulunan her bir dalın, bir yüzyıla denk geldiği söylenmektedir. Şubat ayında yapraklarını döktüğünde ortaya çıkan manzara, ağacın öldüğü izlenimi verir. Ancak yaklaşık bir ay sonra yaşlı cümbez ağacı canlı yeşil yapraklarına tekrar kavuşur. Gazimağusada’ki cümbez ağacı, Kültür Bakanlığı’nın ulusal miras listesinde yer alıp, Orman Bakanlığı Gazimağusa Bürosu tarafından koruma altına alınmıştır.
(Kaynak: Kıbrıs Gazetesi (haber: Ayşe Bulut))
UN DEĞİRMENİ- (Yenierenköy)
Yenierenköy’ün kuzeyindeki eski liman yolunun batısında bulunan Kalamia mevkiindeki bir tepe üzerinde yer alan harabe durumunda bir yapıdır. Karşılıklı iki kapısından biri kuzeyde, diğeri ise güneydedir. Güneybatıdan esen rüzgârlara açık olmasına karşın, denizden gelen tüm rüzgârlara da açık olduğu kaydedilmektedir. 1831 yılına ait Osmanlı nüfus defterinde 72 kişilik nüfusa (ve 52 hane eve) sahip olan Yalusa köyünde Rumlara ait 52 adet dolap kuyusu, havuz ve değirmen bulunmaktaydı. Bu değirmen, 1882 yılında H.H. L. Kitchener tarafında çizilip 1885 yılında yayınlanan Kıbrıs haritasında da belirtilmiştir. Rüzgarla çalışan bu un değirmenin bulunduğu tepede antik dönemlere ait seramik kırıklarına rastlanmasının yanı sıra, tepedeki kayalıkta saptanan taş kesim izlerinden, bir zamanlar burasının taş ocağı olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Değirmenin yapımında kullanılan taşların buradan kesilmiş olması olası görülmektedir. İnşaatta kullanılan taşların birbirlerine tutturulması için kullanılan harcın içinde kırmızı renkli kiremit kırıkları bulunmaktadır. Bir zamanlar iç duvarlar beyaz renkli alçı ile sıvanmış durumdaydı. Ancak daha sonraki yıllarda, belki de değirmen evi işlevini yitirdikten sonra, duvarları saman karışımlı bir çamurla sıvanmıştır.
KIBRIS’TA RÜZGÂRLA ÇALIŞAN TARİHİ UN DEĞİRMENLERİ
Haklarında pek fazla bilgi bulunmayan rüzgârla çalışan eski un değirmenlerine ait kalıntıların Mağusa ile Karpaz bölgelerindeki Mormenekşe (Limnia),Yedikonuk (Eftagomi), Yenierenköy (Yalusa) ve Sipahi (Ay. Triada) köylerinde bulunduğunu meslektaşım Doç. Dr. Frosso Egoumenidou’dan öğrendiğimde bayağı sevinmiştim. Ancak bunların eski eser kapsamına alınmayıp kaderlerine terk edilmiş durumda olmaya devam ettiklerini öğrendiğimde ise üzülmüştüm. Böylece onları saptayıp belgelemek için Don Kişot gibi üzerlerine saldırdım! Belki de bulundukları köylerde ‘saçını başını değirmende değil de hayatın inişli çıkışlı yollarında ağartmış’ güngörmüş birilerini bulup haklarında bilgi toplayabilirdim. Böylece Mağusa ile Karpaz bölgelerine ilk yolculuğum Cumartesi gününe rastlayan 7 Ocak 2012 tarihinde gerçekleşti.
KIBRIS’TAKİ UN DEĞİRMENLERİNİN GELİŞİM SÜRECİ
Kıbrıs’ta rüzgârla çalışan un değirmenlerinden çok önce, insan, hayvan ve su gücüyle çalışan un değirmenleri kullanılırdı. M.Ö 8200 – 3900 yılları arasına tarihlenen Neolitik devir insanları, göçebe hayatı terk ederek yerleşik bir düzen kurarlarken, doğada yabani olarak yetişen tahılı da ilk kez ehlileştirip ziraatını yapmaya başlamışlardı. Kıbrıs genelinde gerçekleştirilen arkeolojik yerleşim yeri kazılarında bulunan el değirmenleri, öğütme taşları, dibekler, havanlar, havanelleri ve diğer benzeri araç-gereçler, tahılın öğütülmesinde sadece insan gücünden yararlanıldığını ortaya koymaktadır. El değirmenlerinin yapımında bölgesel sert taşlar kullanılırken, Kıbrıs’ın jeolojik yapısında bulunmayan bazalt taşından yapılmış değirmen taşları da adaya ithal edilmiştir. Nitekim Ege’deki İstanköy (Kos) taş ocaklarından sağlanan siyah renkli bazalt taşından yapılmış 29 adet değirmen taşı Hellenistik devrin başlarına (M.Ö 300) tarihlenen Girne batığında bulunmuştur. Yine M.Ö 30 – M.S 150 yılları arasına tarihlenen Roma Devri boyunca insan gücüyle çalışan bazalt taşından yapılmış konik değirmen taşları da tahılların öğütülmesinde kullanılmıştır. Ortaçağ kaynaklarında değirmenlerden söz edilmiş olmasına karşın, şekilleri hakkında bilgi verilmediğinden bunların genellikle su ile çalışan un değirmenleri oldukları aşikârdır. Kıbrıs’ta su ile çalışan değirmenler Lüzinyan (M.S 1192-1489) döneminden başlayarak, Venedik (M.S 1489-1571), Osmanlı (M.S 1571-1878) ve hatta İngiliz Sömürge Dönemlerinde bile kullanılmıştır. 1919 yılı itibarıyla adamızda, M.S XX. Yüzyılın ortalarına kadar faaliyetlerini sürdüren 300-400 arasında su gücüyle çalışan un değirmeni saptanmıştır.
DÜNYADA VE KIBRIS’TA RÜZGÂR GÜCÜYLE ÇALIŞAN UN DEĞİRMENLERİ
Rüzgârla çalışan un değirmenleri üzerine gerçekleştirilen araştırmalar sonucu, bunların, Çanakkale Boğazı’ndan başlayıp Kuzey Afrika kıyılarına kadar uzanan coğrafyada yer aldıkları, Akdeniz stilinde yapıldıkları, kullanılan yuvarlak değirmen taşlarına uygun olarak kule gibi silindirik gövdeli oldukları, üst kısımlarında rüzgârın yönüne göre dönen ahşaptan yapılmış konik bir çatı bulunduğu ve pervane aracılığıyla dönen çarkların dikey (düşey) eksenli çalıştığı belirlenmiştir. Benzerlerine Batı Anadolu’daki Muğla, Datça, Çeşme, Bodrum, Milas ve Muğla başta olmak üzere, Ege’deki Yunan adaları olarak bilinen Kiklatlar ile Oniki Adalarda ve Akdeniz ülkeleri arasında yer alan İspanya ile İtalya’da da rastlanmıştır. Dünyada rüzgarla çalışan değirmenler ilkin M.S VII. Yüzyılda İran’da kullanılmış, sonra Çin’e geçmiş, daha sonra ise Avrupa’ya yayılmıştır. Kıbrıs’ta rüzgâr gücüyle çalışan un değirmenlerinin varlığının ortaçağa kadar uzanan bir geçmişi olduğu tahmin ediliyor olmasına karşın, sadece varlıkları bilinenlerin M.S XVIII. Yüzyıldan başlayarak M.S XIX. Yüzyılın ikinci çeyreğine kadar kullanıldıkları, ancak buhar gücüyle çalışan değirmenlerin devreye girmesiyle de kullanım dışı kaldıkları bilgileri edinilmektedir. Unun çabuk küflenme ve kurtlanma özelliği olduğundan, insanlar aylık ihtiyaçları kadar un öğütürler, bu nedenle de yel değirmenleri bir yıl boyunca sürekli olarak çalıştırılırlardı. Su gücüyle çalışan un değirmenleri genellikle suyun bol olduğu yerlerde tercih edilirken, yeterli su kaynağı ile suyun basıncını artıran eğimli arazileri bulunmayan Mesarya (Değirmenlik/Kytrea köyü hariç), Mağusa ve Karpaz bölgelerinde genellikle hayvan ile rüzgâr gücüyle döndürülen un değirmenleri tercih edilmiştir. Yine de uygun olan yerlerde suyun yanı sıra rüzgâr ve hayvan gücüyle çalışan değirmenler de birlikte kullanılmıştır. 1888/89 yılında Mağusa kazasında rüzgârla çalışan 8 adet un değirmeni bulunurken, 21 adet de su gücüyle çalışan un değirmeni bulunmaktaydı.
RÜZGARLA ÇALIŞAN UN DEĞİRMENLERİ HAKKINDA YAZARLARIN VERDİKLERİ BİLGİLER
1727 yılında Larnaka’yı ziyaret eden Rus Papaz Basil Grigorovich Barski, Larnaka kentinin çizimini yaparken, buradaki bir yel değirmeninin çizimini de yapmıştır. Ayni yel değirmeninden, 1760-1767 yılları arasında Kıbrıs’ta bulunan İtalyan rahip Giovanni Mariti, ayrıca Larnaka limanının seyrüsefer planını çizmek için 1788 yılının Mayıs ayında Kıbrıs’a gelen İspanyol deniz ofiseri Jose Moreno da söz etmiştir. 1834-1839 yılları arasında Rita C. Severis tarafından anıları yayımlanan Lorenzo Warriner Pease de, Larnaka, Aplanta, Anaphotia, Anglisides ve Anaphotia köylerinin yanındaki harabelerde yel değirmeni gördüğünü yazmış olmasına karşın bunların ne amaçla kullanıldıklarını belirtmemiştir. 1879 yılında Kıbrıs’ı ziyaret eden Sir Samuel Baker ile 1913 yılında ziyaret eden Magda Ohnefalsh Richer, Kıbrıslıların rüzgâr gücünden yararlanmadıklarını yazdıklarından, Kıbrıs’ta yel değirmeni bulunmadığına ilişkin bir izlenim edinilmişti. Ancak Kaptan Robert Holden’in çizdiği Karpaz’daki üç yel değirmenini yansıtan gravürün 10.12.1887 tarihli “The Illustrated London News” gazetesinde yayımlanması, Kıbrıs’ta da yel değirmenlerinin varlığına işaret etmektedir. Doç. Dr. Egoumenidou Euphrosyne Rizopoulou’nun Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği araştırmalar sonucu, değişik kaynaklarda varlığı belgelenen 21 adet rüzgârla çalışan un değirmeni saptamıştır.
KARPAZ’DA RÜZGÂR GÜCÜYLE ÇALIŞAN UN DEĞİRMENLERİ
Eski kadastro haritalarda yer almış olmasına karşın, zaman sürecinde yok olan yel değirmenleri Dipkarpaz (3 adet), Yeşilköy (Ayios Andronikos), Akdoğan (Lysi), Aşağı Maraş, Kırnı (Krını), Xylofagou, Pervolia, Anaphotia, Vuda (Kalo Choria), Larnaka, Agrokipia, Lefkoşa Değirmen Tabyası ve Lefkoşa’daki Baf Kapısı cıvarında saptanmıştır. Günümüze kalıntıları gelebilen rüzgârla çalışan un değirmenleri, Baf kentindeki Agios Theodoros Mahallesinde, Lefkoşa kazasına bağlı Akaki köyünde, Mağusa kazasındaki Limnia (Mormenekşe) köyünde ve Karpaz bölgesindeki Yedikonuk (Eftagomi), Yenierenköy (Yalusa) ve Sipahi (Ayia Triada) köylerinde bulunmaktadır. Bulgular değerlendirildiğinde, diğer bölgelere oranla Karpaz bölgesinde daha fazla yel değirmeni bulunduğu anlaşılmaktadır. Karpaz bölgesindeki yel değirmenleri rüzgâr alan yerlere ve genellikle de tepelere yapılmışlardır. Bunların sadece kule şeklindeki silindirik gövdeleri ve bazılarının ise içlerindeki üst katlara çıkışı sağlayan taş merdivenleri korunmuş olmasına karşın, tesislerin ahşap aksamları ile ahşaptan yapılmış kat bölmeleri ne yazık ki günümüze gelememiştir. Değirmenlerin zemin katları genellikle iş alanı olarak kullanılmaktaydı. Zemin katın üst başında bulunan birinci katta, altlı üstlü iki adet öğütme taşı yer alırdı. Üstteki taşın dönerek öğütmesi sonucu oluşan un ise zemin kata konan bir torbaya akardı. En üstteki ikinci katta ise, değirmen taşlarından üsttekini döndüren ve genellikle sağlam olan dut veya palamut ağacının odunlarından yapılmış olan mekanizma bulunmaktaydı. Bu mekanizma ise, yelken beziyle kaplı olan pervanenin rüzgâr gücüyle dönmeye başlamasıyla harekete geçerdi.Kapı eşiklerinin genellikle yer seviyesinden yüksek olması, haşaratların değirmene girişinin önlenmesi ve/veya yağmur sularının değirmeni basmaması için yapıldığı tahmin edilmektedir.
(Kaynak: Bağışkan, Tuncer. Arkeolog. KIBRIS’TA RÜZGÂRLA ÇALIŞAN TARİHİ UN DEĞİRMENLERİ, Eylül 2022. Haber Kaynağı: YENİDÜZEN )
(Fotoğraf: Mesut YIKICI)
Adaçay’da Osmanlı Mezarlığı Türk Camisi
Yenierenköy Belediyesi’ne bağlı Adaçay köyünde Osmanlı’nın izlerini taşıyan ve belki de paşaların, vezirlerin mezarlarının bulunduğu mezarlık ve köy içerisindeki çok eski çağlardan kalma camii… Karpaz’ın şirin köylerinden olan Adaçay’da yer alan Osmanlı Mezarlığının Kıbrıs’ın en eski yapılardan olduğu tahmin ediliyor. Mezarlığın 1700 yıllardan kalma Osmanlı mezarlığı olduğu eski eserler dairesi tarafından tespit edilirken, buranın tadilatı ve korunmasına yönelik hiçbir adım atılmamıştır. Osmanlı tarihinin en belirgin göstergesi ve ispatı olması nedeniyle büyük önem arz eden mezarlık ortasından 2005 yıllarında yol geçirilerek, tarihi mezarlık yok edilmeye bırakıldı. Eski Eseler ve Müzeler Dairesi tarafından burasının Kıbrıs’taki en eski Osmanlı Mezarlığı olduğunun yıllar önce tespit edildiği kaydedilirken, mezarlığın korunmasına ve bakımına yönelik çalışma yapılmamış. Osmanlı izlerini taşıyan mezar başlıklarının çoğu da ortada yok. Osmanlı izlerini taşıyan mezarlık ilgi bekliyor. Öte yandan, Adaçay’da bulunan ve çok eski çağlardan kalma caminin Melanarka Camii olduğu kaydedilirken, bu camiinin yetkililerin kurbanı olduğu ve restore edilmesi için proje hazırlanmasına rağmen hiçbir şey yapılmadığı ifade edildi.
Melanarka camii yok olmak üzere
Osmanlı’dan kalma olduğu düşünülen Adaçay köyü içerisindeki Melanarka Camii’nde 1931 yıllarının yazışmaları bulunurken; Mehmet Adem Hacı Lütfi isimli köy imamı ve muallimin (öğretmen) söz konusu caminde görev aldığı da belgeler arasında yer alıyor. Söz konusu camii yıllar önce yine Eski Eserler ve Müzeler Dairesi tarafından yerinde incelenmiş ancak, burasının camii olmadığı tespit edilmiş. Aynı zamanda camii Vakıflar İdaresi tarafından da incelenerek, burasının restoresi için proje hazırlanmış, ancak proje hayata geçirilememiş. (Kaynak: Kıbrıs Gazetesi)
TARİHİ CAMİİ- (Yeşilköy)
Hicri takvime göre 1236 yılında Osmanlı tarfaından yapıldığı, minaresinin ve şadırvanın Selçuklu mimarisini andırdığı ancak, Osmanlı yapımı olduğu kaydedildi. Camiinin giriş kapısı, mihrabının ve minderinin ahşaptan yapıldığı ve minderi ayrıca kırmızı renkle işlenmiştir. (Kaynak: Din Hizmetleri Müşavirliği _KKTC-)
TARİHİ TÜRK OKULU- (Yeşilköy)
40 yıldan fazladır kullanılmayan ve yıkılmak üzere olan Yeşilköy tarihi Türk Okulu. Okul, 2015 yılında Kıbrıs Vakıflar İdaresi tarafından Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçiliği Yardım Heyeti’nin de mali yardımlarıyla aslına uygun olarak restore edilerek yeniden toplumun hizmetine sunuldu. Yeniden elden geçirilen binaya elektrik tesisatı kurulduğu, avizeler takıldığı, çevre düzenlemesi yapıldığı kaydedildi. (Kaynak: Haber Kıbrıs, 09/11/2015)
OKULUN RESTORE EDİLMİŞ DURUMU OKULUN ESKİ HALİ...
Tarihi Değirmen: Yeşilköy'de bulunan Değirmenler 60-65 yıldan bugüne susuzluktan, bakımsızlıktan ve kullanılmamasından dolayı çoğu yok olmuştur.
AY. FODU KİLİSESİ VE MAĞARASI (Yeşilköy)
Ay Fodu Mağarası, Yeşilköy’de (Ayios Andrenikos) bulunan Ay. Fodu Kilisesi’nin avlusunda yer alıyor ve 38 merdivenle inilen yeraltı mağarasıdır. İçinde bulunduğu Ay. Fodu Kilisesi’nin adını alan yeraltı mağarasını turizme kazandırmak için Yenierenköy Belediyesi (şimdi Erenköy –Karpaz Belediyesi), yaklaşık 10 yıl önce temizlik ve ışıklandırma çalışması yaparak, bölgeye gelen turistler ve Güneyden gelenler için tadil etti. Eski Eserler ve Müzeler Dairesi de bölgeye gidip incelemeler yaptı ancak bunun haricinde herhangi bir çalışma yapılmadı.
YAKLAŞIK 150 YILLIK BİR MAZİSİ VAR
Ay Fodu Kilisesi’nin avlusundaki mağara kilisenin yaklaşık 150 yıllık bir mazisi olduğu söylentiler arasında. Mağaranın 1865-1868 yılları arasında kilise olarak düzenlendiği ve 1933 yılında da büyütüldüğü belirtiliyor. Rivayete göre, 500 yıl önce Dipkarpaz’da yaşayan Fodini isimli bir Rum kızı, yaptığı yanlışlar nedeniyle babası tarafından evden atılır ve Ay. Fodini, Yeşilköy’deki mağarayı bularak oraya yerleşir. Yaşamını mağarada sürdüren Ay. Fodini, sürekli olarak mağarada ibadet eder ve sonunda azizlik mertebesine ulaşır. Bir rivayete göre de, Dipkarpaz’da yaşayan Fodini isimli kızının sürekli atla bir yerlere gittiğini fark eden babası, bir gün kızını takip eder ve onun Yeşilköy’deki bu mağaraya gelerek ibadet ettiğini görür. Kızına hiçbir şey söylemeden ibadet etmesine izin verir ve kız bu şekilde ibadet ederek azizlik mertebesine ulaşır. O sıralarda, mağarada bir suyun aktığı ve bu suyun şifalı olduğuna inanıldığı söylense de bugün mağarada böyle bir su akışı bulunmuyor. İspiros isimli bir Rum, Fodini’nin kemiklerinin bu mağarada bulunduğunu ve kemiklerin yıllar önce buradan alındığını iddia ediyor. 1974 öncesinde bölgede 1 ve 2 Ağustos tarihleri arasında Ay. Fodu Panayırı bile düzenleniyordu. Fodini’yi aziz olarak kabul eden ve mağara kilisenin yerini bilen Rumlar bugün halen Ay. Fodu Kilisesi’nin avlusundaki mağara kiliseye giderek dua etmeye devam ediyor. (Kaynak: Kıbrıs Gazetesi)
Ayia Fotini Old Church (Ayia Fotou) Church in Yeşilköy (Ayios Andronikos), Cyprus.
The cave-hermitage of Agia Fotini is just one of the many hermitages found in the Rizokarpasos region, dating back to the entire Byzantine period. (Source: Polis Poliviou. Agia Fotini in the village of Agios Andronikos - June 2023 (17))
ZİYAMET'TEKİ TARİHİ BİNALAR
TARİH: 2023
TARİH: 1928
TARİHİ SOKAK ŞİMDİKİ HALİ - VE ÖNCEKİ HALİ
(FOTO KAYNAK: TALES OF CYPRUS’ta yer alan Kostantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
ELİSİS KASTROS ANTİK MEZARI (GASTRO MAĞARASI) (Avtepe)
Yenierenköy Belediyesi’ne bağlı Avtepe köyü dahilinde bulunan Elisi bölgesindeki Castro Tepesi’nin kuzeyindeki uçurumun cephesine kazılmış büyük bir oda mezarıdır. Yapımı tam olarak tamamlanmadığından gömü amacıyla kullanılmadığı izlenimi edinilmektedir. Kuzey cephesi Kaleburnu’ndaki Kastros Tepesi mezarına benzerlik göstermektedir. Bu nedenle bu mezarın da Klasik-Helenistik (M.Ö. V.-IV. yüzyıla) Dönemlerine tarihlenmesi olası görülmektedir. 87 ayak olan merkezi sahına kuzeydeki kemerli bir kapıdan girilmektedir. Giriş kapısı yer seviyesinin yaklaşık 15-20 metre yukarısında yer almaktadır. Merkezi sahının ucunda dikdörtgen biçiminde ana kayaya oyulmuş çok derin bir kuyu bulunmaktadır. Rivayete göre suç işleyenler bu kuyuya atılırlarmış. Yine bir rivayete göre, bir zamanlar soyguncular bu mağarada saklanırlar ve Karpaz bölgesinde seyreden kervanları soyduktan sonra, el koydukları eşyaları bu mağarada saklarlarmış.
**
Öte yandan Araştırmacı -yazar Zekai Altan’ın Gizemli Kıbrıs kaynağından elde edilen bilgilere göre; Eskiden Efdagomi’deki Golonya diye bilinen yerde oturan kral, kızını bu yerden kovmuş. Kızı da ‘Ayin Bago’ veya ‘Saracino’ denilen en yüksek tepeye gelip beraberinde getirdiği defineyi de oraya gömmüş. Ancak ‘Saracino’ olarak bilinen buradaki sarıklı insanlardan korktuğundan buradan da kovulmuş. Bu sefer Avtepe’nin karşısındaki ‘Gastro’(kale) denilen yere gidip sığınmış. Şu anda bu tepe Türkler ve Rumlar tarafından Saracino, mağaralarından biri ise ‘Rüstem’in Mağarası olarak bilinmektedir.’
ELİSİ CASTROS ANCİENT CAVE-TOMBS (AVTEPE):
In the Elisi locality near Avtepe on the North facing cliff face of Castros (Kastros) Hill is also an unusal cave tomb og unkonown date cut into the bare cliffside at a heıght of around 20 meters. The construction of the caves appears to be incomplete, suggesting that it may never have actually been used for burials. The northern face bears similarities to the tombs found in the Kastros Hills at Kaleburnu. Consequently it seems apt to date the tombs as being from the Classic-Hellenistic Period (5th- 6th century B.C.E.). The 26 meter long central space is entered from an arched doorway. This entrance door is approximately 20 meters above ground level. At the far end of the central space is a sqaure arched recess containing an extremely deep well, cut perhaps in later times. According to one local tale criminals were once thrown down the well. Yet another relates how the cave was used as hiding place by robbers who, having robbed the passing camel trains that passed through the Karpaz region, would hide their booty in the cave.
** On the other hand, according to Zekai Altan’s who has researcher- authors book of “Mysterious Cyprus” ; Formerly, King who has lived in Efdagomi- Golonya, fired own daugther in there . She was gone and settled to the ‘Ayin Bago’ or ‘Saracino’ highest hill, and buried treasure in there. After she leaved there and a gone to Castro live there.
AY TRİAS BAZİLİKALARI (Sipahi)
Ay Trias Bazilikası, Erenköy -Karpaz Belediyesi sınırları içerisinde Karpaz yarımadasının Sipahi köyü yakınlarında bulunur. 5. yy’da inşa edilen yapı, 7. yy’da Arap istilasında tahrip olmuş ve bu yüzden üzerine küçük kilise ve ek binalar yapılmıştır. Daha sonra 10. yy’da tekrar tahrip olmuş ve tamamen terk edilmiştir. Ay Trias Bazilikası, 3 sahanlıdır ve batı kısmında nartex (dış dehliz)ve atrium (yapı önündeki üstü kapalı revak), güneydoğu kısmında ise vaftiz odası bulunmaktadır. Yapının zemininde goemetrik, bitkisel ve haç motifleri bulunan mozaikler yer almaktadır. Bu mozaiklerin üzerindeki yunaca yazıda papazın yardımcılarında olan Heraklios’un adı geçmektedir. Diğer mozaiklerde ise Aetis, Euthalis ve Eutykhianos gibi isimler yazılıdır.Görsel güzelliği ve tarihi yansıtan güzelliği ile Ay Trias Bazilikası Kıbrıs gezilerine renk katacak türdendir.
AYIOS TRIAS BASILICA (Sipahi Village):
The Ayios Trias Basilica to the North of the village of Sipahi has been to the end of the 5th century and early 6th century. It was discovered by accident in 1957 and is famous for its well preserved mosaics. Adorned with geometric, leaf and cross motifs, there is also an inscription in front of the main apse which credits a deacon by the name of Heroclios as having, “Paid fort he building of the part of the structure”. Another mosaic depicts a pair of sandals. The site was destroyed by Arab raiders in the 7th century.
PANAGIA KANAKARIA KİLİSESİ (Boltaşlı)
Erenköy-Karpaz Belediyesi sınırları içerisinde Boltaşlı köyünün girişinde yer alan Meryem Ana’ya adanmış ve kesme taştan inşa edilen bir manastır kilisesidir. Orijinal kilise M.S. V. Yüzyılın sonu veya M.S. VI. Yüzyılın başında inşa edilmiştir. Bir zamanlar kilisenin apsesi içinde bulunan Meryem Ana ile İsa’yı yansıtan ünlü mozaik ile diğer mozaikler bu döneme ait olup, mozaiklerin bulunduğu eski kilise M.S. 647/9 yılında başlayan Arap akınları sırasında yıkılmıştır. Üstü ahşap örtülü ve üç sahanlı Bazilika şeklinde yeniden inşa edilen yapının da M.S. 1160 yılındaki yer sarsıntılarından yıkılması üzerine, üç kubbeli olarak inşa edilmeye başlanmış, ancak başlatılan inşaat M.S. XIV. Yüzyılda tamamlanabilmiştir. Bu çalışmalarda kilisenin duvarlarına freskler de yapılmıştır. Nitekim kilisenin güneyindeki sütunlu kapı girişinin üst başında bulunan yarım daire şeklindeki nişin içinde görünen Meryem Ana ile İsa tasvirli fresk bu devire aittir.
BOLTAŞLI’DAN AMERİKA’YA
Kilisenin apsis bölümündeki mozaik 525 - 550 yılları arasında tarihlendirildi ve önemli bir kısmı 1974’te çalındı. Parça parça çalındığına inanılan mozaik parçalarının hikayesi çok ilginç.
Panagia Kanakaria Mozaiği erken Hristiyan sanatının en iyi örneklerinden birini oluşturuyor. Hırsızlar tarafından mozaiğin bir bölümü parça parça sökülerek çalınmış ve uzun yıllar akıbetinin ne olduğu bilinmiyordu. Alman sanat taciri Michael van Rjin ve Robert Fitzgerald Vakfı Kanakaria Mazaiği’nin dört parçasını Amerikalı Peg Goldberg’e sattı. Amerika’da Peg Goldberg’in dört tane parçaya 1 milyon doların üzerinde nakit para istemesi haberleri yayılınca 1988 yılında Cenevre Havaalanı’nda yapılan operasyonla geriye kalan dört parça da ele geçirildi. Yapılan soruşturmanın ardında mozaiklerin Türk antika koleksiyoncusu Aydın Dikmen tarafından Avrupa’ya getirildiği bilgisine ulaşıldı. Akdoğan yakınlarındaki St. Evphemiatos Fresk’ini Teksas’ta bulunan Amerikan Menil Kurumu’na sattığı da ispatlanmış durumda. Uzmanlara göre, adamızın kültürel mirasını ganimet anlayışıyla Aydın Dikmen’e satanlar ise belki de hiç bulunamayacak. Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’nin girişimi ile adaya geri getirilen bazı parçalar Güneydeki bir müzede sergileniyor. Uzmanlara göre hırsızlığın çok kötü şartlarda meydana geldiği için artık sökülen parçaların yeniden eski yerine kilisenin tavanına yerleştirilmesi mümkün değil. (Kaynak: Kıbrıs Gazetesi)
PANAGHIA KANAKARYA CHURCH (BOLTAŞLI):
The Panaghia Kanakaria Church, dedicated to the Virgin Mary, lies at the entrance to the village of Boltaşlı. Orijinally the church, which is constructed out of cut stone, at the end of the 5th, begining of the 6th century. The church’s apse, which dates to the Middle Byzantine period, was adorned with 6th century mosaics including a particularly fine example depicting the Virgin Mary and Jesus, considered to be some of the few surviving master pieces of Early Christian mosaics in the entire world. This earlier basilica was destroyed in the 7th century during the Arab raids. (A.D. 647- 649). The church was initally rebuilt with a timber roof, and was later substituted with an arched roof. A dome was added above the holy bema at a later stage but in 1160 A.D. the church was destroyed by an earthquake after which it was again rebuilt, this time with three domes. However, this construction was not completed until the 14th century. Frescoes were added during this period of construction. The fresco of Jesus and Mary which adorns the semi-circular niche above the South door of the church is from this period. When the church’s dome was damaged in 1750, in 1779 the monastery’e director, Chrysanthos, had it rebuilt. The painted panels in the cradle vaults of the Narthex date from this period. The bell tower is a new addition which was built in 1888. The two storey monostery building is situated to the south-west of the church. In front of the ground floor rooms is an arched veranda, which is typical of Cyprus Houses. The upper Storey rooms are reached by an external staircase.
NİTOVİKLA KALESİ ( Kuruova)
Karpaz yarımadasının güneye bakan sahilinde Koroveia/Kuruova köyü yakınlarında, deniz kenarındaki alçak kayalık bir tepe üzerinde yer almaktadır. 1929 yılında İsveçli arkeologlar tarafından gerçekleştirilen kazılarda dörtgen planlı, kulelerle desteklenmiş, merkezinde odaların açıldığı bir avlu bulunun kalenin kalıntılarına ulaşmıştır. Araştırmacılar bu planı bakımından Nitovikla Kalesinin Anadolu’daki Hitit kaleleri ile benzerlik gösterdiğini öne sürmektedir. Ele geçen buluntulara göre kale, Orta Bronz Çağı sonlarında kurulmuştur.
KRAL TEPESİ (Kaleburnu)
Arkeoloji dünyasında son yıllarda yapılan en önemli keşiflerden birisi olan Kral Tepesi, Karpaz Yarımadasının güney kıyısındaki Kaleburnu Köyü tepelerindedir. Bölgede gezinti yapmakta olan ziyaretçilerin ihbarı üzerine keşfedilen alanda 2005 yılından itibaren kazı çalışmaları gerçekleştirilmektedir. Kazılar sonucunda bir küp içerisinde 26 adet yüksek kalitede bronz eser ele geçirilmiştir. Söz konusu eserler geç bronz çağına ait olup yaklaşık olarak M.Ö. 13. yüzyıla tarihlenmektedir. Söz konusu kalıntılar denizden 200 metre yükseklikteki kayalık bir tepe üzerinde tespit edilmiştir. Ancak buradaki kalıntıların tüm tepe ve yamaçlarına yayıldığı anlaşılmaktadır ayrıca 2 kilometre mesafedeki deniz kıyısında bir ya da daha fazla limana sahip olduğu düşünülmektedir. Devam eden çalışmalarda ortaya çıkan ipuçları Kral Tepesi’nin geç bronz çağında hem Doğu Akdeniz Bölgesi için önemli bir ticaret merkezi, hem de Kıbrıs’ın önemli bir yerleşim merkezi olabileceğini göstermektedir.
(Kaynak: Kıbrıs Star gazetesi , 19.10.2013)
KALEBURNU CAMİSİ- (Yedi Şehitler Camii) (Kaleburnu)
Köy meydanında bulunan camii çevredeki taş ocaklarından kesilen taşlarla yapılmıştır. Yapım tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Evkaf arşivindeki 7.12.1887 tarihli bir belgede tamir edilmesi gerektiği kaydına dayanılarak Osmanlı döneminde yapıldığı anlaşılmaktadır. 1882 yılı itibariyle cami vakfı mütevellilerinin İbrahim Efendi ile Hacı Mehmet Efendi olduğu Evkaf arşiv belgelerinde kayıtlıdır. Cami hariminin kuzeybatı köşesinde baş ile ayak taşları yazıtlı olan bir mezar bulunmaktadır. Fes başlıklı baş taşında, Kıbrıs Kaleburnu köyü Camisinde gömülü olan Muhsinzade Seyyid Muhamed Muhsin Bey’in idaresinde misafir olarak bulunan Âsitâneli Ciltçi Sârimi (Sarı) Ahmed Efendi’nin 10 Muharrem 1296 (3 Ocak 1879) tarihinde vefat ettiği kaydı bulunmaktadır. Mezarın ayak taşında ise, bu mezarın, Karpaz’daki Abdullah Paşa Vakfı mütevellisi merhum Muhsinzade Muhammed Beyin oğlu olan ve Karpaz sancağının öşürünü (eskiden toprak ürünlerinden alınan onda bir oranındaki vergi.) toplamak için Karpaz’da misafir (geçici) olarak bulunduğu 11 Şevval 1295 (8 Ekim 1878) tarihinde vefat eden Kadiriye tarikatından Es-Seyyid Muhammed Muhsin Bey’e ait olduğu kayıtlıdır. İki ayrı kişiye ait mezar taşı bulunan bu mezarla ilgili olarak değişik rivayetler günümüze gelmiştir. Bir rivayete göre Osmanlı döneminde Dipkarpaz ile Kaleburnu köyleri arasında bir Sancak, bu sancakta da Abdullah Paşa Vakfı varmış. Bu malların yönetimi, öşür tahsildarlığı ve kısacası mütevelli hizmetlerini günübirliğine Türkiye’den Kıbrıs’a gelen Muhsinzade Muhammet Bey’in oğlu Es-Seyyid Muhammed Muhsin Bey yaparmış. Muhsin Bey vefat edince Rumların çoğunlukta olduğu Dipkarpaz köyüne gömülmüş. Ancak Osmanlının Dipkarpaz’ı terk etmeye başlaması üzerine ceset kalıntıları mezarından çıkartılıp Kaleburnu camisindeki şimdiki yere gömülmüş ve mezarına da İstanbul’dan getirilen altın yaldızlı bir mezar taşı konmuş. 1963 yılı itibariyle sözü edilen Muhsinzade Mehmet (Muhammed) Bey’in Türkiye’deki akrabaları tarafından Kaleburnu Camisi için her yıl halı, kuran ve benzeri malzemeler gönderildiği, ancak bunların Mağusa Camisi tarafından alındığı bilgimize getirilmiştir. Başka bir rivayete göre camideki mezar, cami inşaatı sırasında inşaattan düşüp ölen Sancak isimli yapıcısına aittir. Yine de cami içlerine sadece gazi, hayırsever, mevkii sahibi ve ermişlerin gömüldüğüne inanıldığından bu rivayete kuşku ile bakıldığı da söylenmektedir. Mezardaki kişinin kimliğine ilişkin saptayabildiğimiz bir başka rivayet ise, Anadolu’dan Kıbrıs’a görevli olarak gelen bir din görevlisine ait olduğu doğrultusundadır. Ahmet Sami Topcan’ın anlattığı rivayete göre bu kişi Hala Sultan Tekkesi’ndeki kitapları ciltlemek için görevlendirilince yelkenli bir gemiyle Anadolu’dan Karpaz’daki Efendiler (Afendriga) Çiftliğine gelmiş. Oradan sağladığı bir eşekle Hala Sultan Tekkesi’ne doğru yol alırken Kaleburnu köyünde ölmüş. Bir din görevlisi olması nedeniyle onu camiye gömmüşler. Bu rivayetlerin yanı sıra, caminin bir mezarlık alanına inşa edilmesi sırasında bu mezarın korunduğu, mezarlıktaki diğer mezarların iki tanesinden alınan baş taşlarının mezara monte edildiği ve/veya bu mezarın iki ceset kalıntısı ihtiva ettiği iddiaları da öne sürülmektedir. Son iddia ise caminin çevresindeki mezarlık alanıyla bağlantılıdır. Anlatıldığına göre bir zamanlar caminin batısında bir okul, çevresinde ise yazıtlı mezar taşları bulunan bir mezarlık vardı. Mezarlık daha sonra dağıtılmış ve geriye sadece caminin dışında iki mezar kalmıştı. Ancak daha sonra bunların da alınarak camide değerlendirildiği ve böylelikle mezarlığın tamamen ortadan kaldırıldığı öne sürülmektedir. Caminin minaresi kuzeydoğu köşesine bitişik olup tek şerefelidir. Köylüler çok fakir ve borçlu olduklarından camiye bir minare yaptıramamışlardı. Bu nedenle 1968 yılına kadar şimdiki minarenin olduğu yerde, aynı amaçlarla kullanılan ve çatının seviyesine kadar yükselen döner basamaklar bulunmaktaydı. Şimdiki minarenin yapımıyla ilgili olarak minarenin dörtgen kaidesine monte edilmiş yazıtta, bir zamanlar köyün ağası olan Ali Efendi Hüseyin Babaliki’nin damadı Mustafa M. Tansu tarafından 1968 yılında yaptırıldığı, mimarının ise Kaleburnulu Abdullah M(ulla) Ali olduğu şu şekilde kayıtlıdır: “1968 Mustafa M. Tansu tarafından köye armağan olarak yaptırılmıştır. Yüksek Mimar Abdullah M. Ali”. Caminin güney bitişiğindeki bahçede 1963-1974 yılları arasında şehit olan yedi Kaleburnulu’nun anısına yaptırılan bir anıt bulunmaktadır. Şehitlerin sayısına dayanılarak camiye daha sonra “Yedi Şehitler Camisi” adı verilmiştir. Anıt üzerindeki şehitlerin kaydedildiği plakette Süleyman Gül, Zaliha Hasan, Halil Kemaneci, Abdullah Emirzadeoğluları, Ali Zorba, Hasan Grikko ve Polat Poyraz adları kayıtlıdır.
(KAYNAK: Bağışkan, Tuncer. Kaleburnu köyüne bir yolculuk (1) . Yenidüzen - 20 Mart 2014 )
BABALİKİ HANI VE KAHVEHANESİ
Kaleburnu Köyü’ndeki Babaliki Ailesi’ne ait olduğu kaydedilen köyün en eski yapılarından olan köy kahvehanesi, bakkalı ve o dönemde bölge için çok önemli bir ulaşım aracı olan develerin barındığı söylenilen Han.
APOSTOLOS ANDREAS MANASTIRI- (Dipkarpaz)
Apostolos Andreas adak yeriyle ilgili olarak günümüze ulaşan kaynaklar, buradaki inanç ve uygulamaların antik çağlara dayanan bir geleneği devam ettirdiğine işaret etmektedir
Apostolos Andreas adak yeriyle ilgili olarak günümüze ulaşan kaynaklar, buradaki inanç ve uygulamaların antik çağlara dayanan bir geleneği devam ettirdiğine işaret etmektedir. Çok tanrılı dinler dönemindeki bilgi birikim yetmezliği, çaresizliğe düşen insanların sorunlarını aşmalarına yeterli değildi. Bu nedenle çözümlerini bilmedikleri oluşumlar karşısında tanrı adını verdikleri koruyucu manevi güçler yaratmışlar; onlara tapınaklar yaptırıp hediyeler vermekle sorunlarını çözebileceklerine inanmışlardı. Daha sonraki tek tanrılı dinler döneminde bu tanrıların nitelikleri başka manevi güçlere verilmek suretiyle uygulamalara aynen devam edilmiştir. Antik çağlarda Kıbrıs’taki Golgoi, Arsos ve Ay. İrini gibi tapınaklara insan ile hayvanların pişmiş topraktan yapılmış figürleri sunulurdu. Yakın geçmişimizde ise Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların, hastalar ile hastalanan uzuvların balmumundan yapılmış modellerini Apostolos Andreas başta olmak üzere Dip Baf’taki Ayios Solomon mezar kilisesi, Mağusa surlar içindeki Ayios Georgios Xorinos Kilisesi, Peyia köyündeki Ay.Yorgi Kilisesi ve Limasol’daki Ayia Thekla kilisesi’ne de sundukları bilgileri edinilmektedir.
APOSTOLOS ANDREAS’IN BİR İSLAM ŞEHİDİNE BAĞLANMASI
Manastır, antik çağlarda “Dinaretum” adıyla bilinen Karpaz Yarımadası’nın uç kısmındaki bir kayalıkta yer almaktadır. Buraya ilk inşa edilen ve içinde su kaynağı bulunan adak yerinin, “rüzgârları yönlendirme”, “deniz ile kara yolcularını koruma”, “göz hastalarını sağaltma” ve “çaresiz hastalara derman olma” gücüne sahip olduğuna inanılan Apostolos Andreas’a (Aziz Andrew’a) ait olduğu yaygın olarak bilinmektedir. Ancak yakın geçmişimizde bazı Kıbrıslı Türkler tarafından “Seydül Ahmet Bedevi”, “Ahmet Bedevi”, “Süleyman Bedevi”, “Mührü Süleyman”, “Hz. İlyas”, “Hz. Ali”, “Mustafa” ve “Hacı Aziz” adlı bir İslam/Arap şehidine ait olduğuna inanıldığı da telaffuz edilmektedir.
APOSTOLOS ANDREAS’IN KİMLİĞİ
Azizin kimliğine ilişkin bilgiler dini kitaplar ile rivayetlere dayanmaktadır. Bethsaydalı bir balıkçı olan Andreas, önceleri Vaftizci Yahya’nın (Aziz John’un) bir müridiydi. Sonraları İsa Peygamber’in çağrısı üzerine havariliğe çağrılan ilk kişi olması nedeniyle kendisine “İlk çağrılan” anlamına gelen “O PROTOKLİTOS” dini unvanı verilmiştir. Hıristiyanlığı yaymak için önce Anadolu’daki Bitinya ile Karadeniz kıyılarını, sonra da Makedonya ile Tesalya’yı içine alan uzun bir yolculuğa çıkar. En sonunda Pelepones Yarımadasındaki antik Patras kentine yerleşir. Seksen yaşındayken buradaki bir zeytin ağacına çakılmak suretiyle öldürülür. Apostolos Andreas’ın Kıbrıs’a gelişiyle ilgili sayısız söylentiler bulunmaktadır. Bir söylentiye göre yıllık (geleneksel) “Hamsin Yortusu” ile Kilise Meclisi toplantısına katılmak için Kudüs’e giderken, bir gözü görmeyen bir kaptanın gemisine binmiş. Yolculuk sırasında geminin içme suyu tükenmiş. Şimdiki manastırın açıklarına gelince, bu noktadan karaya çıkılması halinde geminin içme suyu gereksiniminin oradaki kuyulardan sağlanabileceğini kaptana söylemiş. Karaya çıkanlar su kaynağını bularak geminin su gereksinimini karşılamışlar. Kaptan, getirilen sudan içince görmeyen gözü görmeye başlamış. Aziz’in bu hizmetine karşılık ona altın ve gümüş vererek onu ödüllendirmek istemiş. Ancak o bunu kabul etmemiş. Böylece yolcuların tümü de aziz tarafından vaftiz edilip Hıristiyan olmuşlar. Kaptan, ona duyduğu hürmet ve saygının bir ifadesi olarak, çok kıymetli bir ikonunu Kudüs’te satın alıp dönüş yolculuğunda su kaynaklarının yanına koymuş. Böylece bu noktadaki söylentilerin temeli de atılmış olur. Apostolos Andreas’ın Kıbrıs’a gelişiyle ilgili bir başka rivayete göre, Kudüs’teki Yahudilerin Hıristiyanlara karşı uyguladıkları baskıdan kurtulmak için M.S 31 yılında Kıbrıs’a kaçmak zorunda kalmış. Önce Karpaz yarımadasına gelmiş olmasına karşın bir süre sonra buradan da ayrılmak istemiş. Bir gün, şimdiki manastırın bulunduğu kayalıkta otururken, Salamis’ten gelen bir gemiye binmiş. Ancak yarımadanın en uç kısmındaki “Aphrodite Acraea Tapınak” kalıntılarının bulunduğu Dinaretum Burnu’ndan geçerken rüzgâr aniden durmuş. Gemi üç gün boyunca orada hareketsiz kaldığından su stoku tükenmiş. Bunun üzerine gemi kaptanına, gemiye alındığı yerde su kaynağı bulunduğunu söylemiş. Karaya çıkanlar su kaynağının üzerine yuvarlanan kayayı kaldırmalarıyla oradan su fışkırmaya başlamış. Gemide bulunan kaptanın 10 yaşındaki oğlunun gözleri görmüyormuş. Apostolos Andreas güverteye çıkınca, gözlerini yıkaması için getirdiği sudan ona verdikten sonra yanına oturarak dua etmeye başlamış. O anda çocuğun hem gözleri görmeye başlamış, hem de rüzgâr çıkmış. Bu mucizeler karşısında önce kaptan ile oğlu, sonra da yolcular vaftiz edilip Hıristiyan olmuşlar. Uzun yıllardan sonra azizin Patras’taki bir zeytin ağacına çakılmak suretiyle öldürüldüğünü duyan kaptan, kendilerine su sağladığı kayalığa onun için küçük bir dua yeri (şapel) yaptırma adağında bulunmuş. Ancak aradan uzun yıllar geçmesine karşın adağını yerine getirememiş. Bir gece kaptanın rüyasına giren aziz ona adağını hatırlatmış. Bunun üzerine ertesi gün azizin bir ikonunu satın alıp onu oraya yaptırdığı şapele asmış.
APOSTOLOS ANDREAS ADAK YERİNİN GENİŞLETİLMESİ
Buraya ilkin M.S XV. Yüzyıla tarihlenen Gotik nizamda küçük adak yeri yapılmıştı. 1738 yılında adayı ziyaret eden Pocoke, adak yerinin kayaya oyulmuş olduğu saptamasında bulunmuştur. Çok az kişi suyunun sağlığa yararlı olduğunu bildiğinden burası 1867 yılından önce terk edilmiş durumdaydı. Burası sadece çevre köylüler tarafından ziyaret edilir ve buraya para bağışında bulunulurdu. Sir Harry Luke’nin yazdığına göre XIX. Yüz yılın ortalarından itibaren Hacı İkonomu adıyla da bilinen Dip Karpaz’ın papazı Babayuannu İkonomu’nun (10.9.1827-4.7.1909) sık sık rüyasına girmeye başlayan Apostolos Andreas, adak yerinin itibar kazanması için, onu buraya bir kilise yapmaya zorlamış. Böylece Hacı İkonomu, adak yerini ziyaret edenlerden sağlanan bağışlarla şimdiki kilisenin yapımını başlatmış. Kilise inşaatı 1867 yılında tamamlanınca Başpiskopos Sophronios II tarafından takdis edilip hizmete girmiş. 1904 yılı itibariyle adak yeri ile kilisenin çevresinde geleneksel olarak panayır kurulmamakla birlikte, daha sonraları 15 Ağustos ile 30 Kasım tarihlerinde kilisede düzenlenen dini ayin ile avluda düzenlenen panayır geleneksel hale getirilmiş. O sıralarda manastırın avlusunda dört gün süreyle panayır kurulur; bu panayırlarda da bölgesel ürünler ile hayvanlar pazarlanırdı. Sir Harry Luke’nin tespitlerine göre 1912 yılı itibariyle Babayuannu İkonomu’nun mezarı kilisenin yanındaki boş arazide bulunmakta, mezar taşı olmadığından da üzerinde domuzlar ile tavuklar dolaşmaktaydı. O sırada burası çevre köylüler tarafından ziyaret edilen bölgesel bir adak yeri olmaktan kurtulamamıştı. Bunun nedenleri azizin kerametlerinin duyulmamış olması, kaynak suyunun göz hastalıklarına yararlı olduğunun bilinmemesi ve çok uzak bir yerde bulunmasıydı. O sıralarda Baflıların burasını ziyaret etmeleri için en aşağı 3-4 haftalık bir süreye ihtiyaç vardı.
APOSTOLOS ANDREAS’IN ÜNÜNÜN ADA GENELİNE YAYILMASI
1912 yılı itibarıyla buradaki kilise ile adak yerine ilgi olmadığı gibi, azizin ünü de yaygın olarak bilinmiyordu. Ancak bu tarihte gelişen bir olay, ününün Kıbrıs geneline yayılıp Kıbrıs’ın dört bir yanından gelen ziyaretçilerle dolup taşmasına neden olmuştur. O tarihte Kıbrıs Yüksek Komiser’inin özel sekreteri görevinde bulunan Sir Harry Luke, bu olayla özel olarak ilgilenmiş ve olayın detaylarını yazılı olarak anlatırken bunu 17.1.1913 tarihli Resmi Gazetede de yayınlamıştır. Sir Harry Luke’nin anlatımına göre Türkiye’deki Türkler ile Rumlar arasındaki nüfus değişiminden çok önce Alanya’da Maria Georgiou adlı dul bir Rum kadın ile Panteli adında oğlu yaşarmış. 1895 yılında Panteli 13 yaşındayken, kendini vaftiz eden ve aile dostları da olan komşu köydeki papazı ziyaret etmek için evden çıkmış, ancak onu bir daha gören olmamış. Panteli’nin esrarengiz bir şekilde kaybolması, yolda giderken haydutlar tarafından kaçırılmış olabileceğine yorumlanmış. Böylece Maria oğlunu bulma ümidini yitirir. Yıllar birbirini kovalarken, 1912 yılının ilk aylarında rüyasına Apostolos Andreas girmiş. Oğlu hakkında bilgi edinmek istemesi halinde Kıbrıs’taki kilisesini ziyaret etmesini ondan istemiş. O da Mersin’den Larnaka’ya giden bir gemiye binmiş. Yolculuk sırasında geminin güvertesinde tanıştığı bir Mevlevi dervişle sohbet ederken ona kaçırılan oğlundan ve rüyasına girip bu yolculuğu yapmasına neden olan Apostolos Andreas’dan söz etmiş. Derviş konuyla yakından ilgilenmiş ve Maria’ya, kaybolan çocuğunun vücudunda belirgin herhangi bir izin bulunup bulunmadığını sormuş. Maria da ona, çocuğunun biri göğsünde, diğeri ise omzunda birer beninin bulunduğunu söylemiş. Bunun üzerine cübbesini açan Derviş, tarif edilen yerlerdeki benleri Maria’ya göstermiş. Derviş o anda başındaki deve kılından yapılmış kahve renkli uzun şapkasını denize atıp annesiyle kucaklaşmış. Larnaka’ya ulaştıktan sonra hikâyeleri etrafa yayılmış. Panteli bir berberde sakallarını kestikten ve kilisede de yeniden vaftiz edildikten sonra annesiyle birlikte sağladığı eşeklerle Apostolos Andreas Manastırına gidip ona dua etmişler. Bu olayın ada geneline yayılması üzerine, manastır, Kıbrıs’ın en önemli ziyaret yerlerinden biri haline gelmiş. Çok eskiden Manastıra ulaşım, katır, eşek ve öküz arabalarıyla, eşeklerin sırtında veya kafileler halinde yaya olarak gerçekleşmekteydi. Manastıra ulaşmak için yola çıkan kafilelerin köylerden geçişlerinde yolun kenarına dizilen köylüler onlara su ile yiyecek verirler, gülümdanlıklarla avuçlarına gülsuyu dökerler ve pişmiş toprak buhurdanlıklar içinde yaktıkları zeytin yapraklarıyla onları tütsülerlerdi. Hatta çok eskiden manastır açıklarından geçen gemilerden inen gemicilerin Apostolos Andreas’a dua edip adakta bulundukları bilgileri de edinilmektedir.
APOSTOLOS ANDREAS’A ADANAN ADAKLAR
Çok tanrılı dinler döneminden başlayarak günümüze kadar gelen bir inanca bağlı olarak Apostolos Andreas’ın adak amacıyla ziyaret edilmesi, adak yerinin manevi gücünden hastalar için şifa dilenilmesi ve ziyaret yerindeki akarsudan içilmesi adettendir. Genellikle azize değişik adaklarda bulunulurdu. Bu adaklar arasında; hastanın boyu ile ağırlığında balmumundan yapılmış insan figürleri, hastalanan el, ayak, parmak, göz, vücut ve benzeri uzuvların balmumu, altın veya gümüşten modelleri, ziynet eşyaları, canlı hayvan, zeytinyağı ve mum adağı bulunmaktadır. Kiliseyi yaptıran Babayuannu İkonomu’nun kiliseye çeşitli dini eşyalar bağışladığı bilgileri de edinilmektedir. Bunlardan sadece Eski Eserler ve Müzeler Dairesi’nde korunan 1867 tarihli gümüş kaplamalı İncil, 1878 tarihli haç, 15.3.1883 tarihli kupa (Diskobodiron) ve 1901 tarihli buhurdanlığın varlığı bilinmektedir. Yakın geçmişimizde bazı kadınlar başlarındaki yemeninin ucuna bağladıkları altın yüzüklerini kilisenin 1886 tarihli Apostolos Andreas ikonuna asarlardı. Ayrıca yolcuların koruyucusu olduğuna inanıldığından, Ortodoksların arabalarına Apostolos Andreas’ın ikonunu asmaları adetten sayılmaktadır. Kiliseye hizmet etme adağında bulunanlar, adaklarının gerçekleşmesi halinde buraya gelip belli bir süre manastıra hizmet ederlerdi. Apostolos Andreas’a zeytinyağı adağında bulunup da değişik nedenleriyle manastırı ziyaret edemeyen adak sahipleri, bu adaklarını bir şişeye koyup kendilerine en yakın yerden denize atarlardı. “Rüzgârların Hâkimi” olduğuna inanılan Apostolos Andreas’ın rüzgârlara emrederek şişeyi manastıra sürükleyip manastır görevlilerinin eline ulaşmasını sağlayacağına inanılmaktadır. Şişelerin manastır koyuna girdiği andan itibaren kilisenin çanının kendiliğinden çalmaya başladığı ve bu uyarı üzerine görevli keşişlerin şişeyi gidip denizden aldıkları halen anımsanmaktadır.
MANASTIRIN YÖNETİMİ
Manastırın bir komitesi tarafından yönetildiği bilgileri edinilmektedir. 2008 yılı itibarıyla komite üyeleri arasında manastır papazı Babazaharias Yeorgi, Dipkarpaz köyünde ikamet eden Zaharias Anastasis Gulias, Yannis Zaharia Arhondus, Ahilleas Banayi Ahillea ve Andreas Nikolas Hacıbanayi bulunurken, manastırın temizlik işleri ise Despina Bandeli ile Hristakis Dimitri Hristofi tarafından gerçekleştirilmekteydi. Bir din görevlisi olan George Christodoulou’nun da zaman zaman manastırda görev üstlendiği bilgileri edinilmektedir.
SONUÇ
Antik dönemlere ait çoğu manevi inançların günümüze kadar ulaştığı somut örneklerle kanıtlanabilmektedir. Kanıtlanabilen diğer bir konu ise, dil ile din farklılığı gözetmeksizin bazı değerlere ortaklaşa sahip çıkılmasıdır. Apostolos Andreas adak yeri hangi manevi güce bağlanırsa bağlansın, tarihin derinliklerinden gelen bir geleneğin mirası olduğuna şüphe yoktur. Kültürleri oluşturan örf, adet, gelenek ve görenekler benimsendikleri sürece varlıklarını sürdürürler, benimsenmeyince de kaybolup giderler. Toplumların kökleri belirli kaynaklara dayanmaktadır. Geçmiş dönemlerde Kıbrıs’a yansıyan Anadolu’nun değişik bölge kültürleri, Alanyalı Maria ile Mevlevi Dervişi Panteli’yi önce Anadolu’da, sonra da Kıbrıs’ta kucaklamıştır. Konu ne olursa olsun, Kıbrıs’ın yakın geçmişinin aydınlatılmasına katkı sağlayabilecek bulguların bilimsel eleştirilerle geliştirilmesi en içten beklentimizdir diyerek bu haftaki yazımızı da sonlandırmış olalım.
(Kaynak: BAĞIŞKAN,Tuncer. Apostolos Andreas Manastırı-1. Ocak 2011)
AYIOS SYNESİOS KİLİSESİ- (Dipkarpaz)
Dipkarpaz köyü meydanında olup, köyün ana kilisesidir. Aziz Synesios’a adanmıştır. Bu Aziz Mağusa ile Dipkarpaz’ın en eski Piskoposu olarak bilinmektedir. Latin kilisesinin yükseliş dönemine rastlayan 1222 yılında Mağusa piskoposluğu yasaklanıp kapatılmış, piskoposu ise Dipkarpaz’a sürülmüştü. Bu nedenle o sıralarda bu kilise Ortodoksların katedrali olarak kullanılmaktaydı. Kilise bazikal tipte olup ortada merkezi bir sahın ve bu sahının iki yanında da birer yan sahın bulunmaktadır. Kilisenin doğu kısmı muhtemelen XII. Yüzyıla tarihlenmektedir. Güney apsit, büyük bir olasılıkla çan kulesinin yapılması sırasında yıkılmış olmakla birlikte, buradaki iki apsit halen Bizans kemerlerini korumaktadır. Kilisenin batı kısmının tamamı sekizgen kubbesi, kilisenin genişletildiği XVIII. yüzyıla aittir. Cephesi gotik işçiliğinin en fakir örneklerinden olup detayları Lefkoşa ile Mağusa’nın katedrallerinden kopya edilmiştir. 1745 yılında kiliseyi ziyaret eden Drummond, eski olan bu kilisenin kaba yapıldığını ancak, tahta oymalarının diğer Ortodoks kiliselerinden daha iyi olduğunu kaydetmiştir. 1918 yılına ait olan şimdiki ikonastasis ve üzerindeki ikonlar çok fakir bir işçilik göstermektedir. Halen Dipkarpaz’da oturan Ortodoks Rumlar tarafından ibadet amacıyla kullanılmaktadır.
(Kaynak: ALTAN, Zekai. Gizemli Kıbrıs, Geliştirilmiş 3. Baskı 2016, S:539-540.)
ANTİK KARPASIA KENTİ VE AYIOS PHILION KİLİSESİ-(Dipkarpaz)
Dipkarpaz köyünün kuzeyindeki Antik Karpasia kentinin bulunduğu sahil şeridinde yer almaktadır. Bu kent M.S. III: yüzyılın sonu ile M.S. IV. Yüzyılı başında Kıbrıs’ın en eski piskoposluk merkezlerinden biriydi. Kilise ilk M.S. V-VI. Yüzyılında inşa edilmiş, M.S. XII. Yüzyılda geliştirilmiş ve son şeklini M.S. XIV. Yüzyılda almıştır. Adını M.S. IV. Yüzyılının başında Karpaz bölgesinin ilk Piskoposu olan Ay. Philon ‘dan almaktadır. Kilise ve yakın çevresinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda en alt katlarda M.Ö. IV. Yüzyılın klasik dönemden başlayarak Helenistik ve Roma Dönemlerine kadar devam eden yapılara rastlanmıştır. İlk yapılan kilisenin tabanında, çeşitli biçim ve boyutlarda renkli mermer parçalarından (Opus Sectile Şeklinde) yapılmış çok zarif bir taban mozayiği bulunmaktadır. Burada ayrıca bir sarnıç ve vaftiz odası yer almaktadır. Bu odanın 30 cm altında ortaçağa tarihlenen bazı mezarlar saptanmıştır. Kilisenin de içinde bulunduğu manastır yapılarının etrafı bir duvarla çevrilidir. (Kaynak: KKTC Turizm Bakanlığı broşür)
Efendrika (Urania/ Aphendrika)- (Dipkarpaz)
Karpaz yarımadasının kuzey sahil şeridinde yer almaktadır. M.Ö. III. Yüzyılda Kıbrıs’ın en önemli altı kentinden birisiydi. Kentin saray ve iç kalesi, Helenistik döneme ait kaya mezarları, kilise ve antik limanı tespit edilmiştir. M.S.VIII. yüzyılda başlayan Arap akınlarında bir hayli zarar görmüştür. Kent meydanındaki üç kilise günümüze kadar gelmiştir. Meydanın kuzey batısındaki Ayios Georgios Kilisesi M.S. X yüzyıla (Bizans dönemine) tarihlendirilmektedir. Meydanının kuzey doğusundaki Panagia Chrysiotisia Kilisesi ile meydanın güney doğusundaki Panagia Asomatos Kilisesi M.S. XII. Yüzyılında Romanesk stilinde inşa edilmişlerdir. Panagia Asomatos Kilisesi inşa edildikten kısa bir süre sonra korsanlar tarafından yakılıp yıkıldığından M.S. XIV. Yüzyılda yerine şimdiki kilise inşa edilmiştir. (Kaynak: KKTC Turizm Bakanlığı broşür)
Efendrika Arkeolojik alanında çalışma yapıldı
Kültürel Miras Teknik Komitesi'nin Efendrika Arkeolojik alanında yürüttüğü çalışmalar tamamlandı. Kültürel Miras Teknik Komitesi'nin Karpaz bölgesindeki Efendrika Arkeolojik alanında yürüttüğü çalışmalar tamamlandı. Avrupa Birliği'nin finansmanı ve UNDP'nin teknik katkısıyla yapılan çalışmada, Panagia Aphendrika Bazilikası (Chrysiotissa), Asomatos Bazilikası ve Agios Georgios kilisesinde konservasyon (koruma) çalışması gerçekleştirildi. Çalışma çerçevesinde, bitki temizliği, yapısal güçlendirme ve su kontrolü amacıyla drenaj çalışması yapıldı. Kültürel Miras Teknik Komitesi’nin Kıbrıslı Türk üyesi Ali Tuncay, “Tarih ve doğa sever tüm dostlarımızı salgın kısıtlamaları sona erdiğinde Efendrika'ya bekliyoruz. Bu güzellikleri kaçırmamalısınız” paylaşımında bulundu ve çalışmaya katkı koyan tüm emekçi ve uzmanlara teşekkür etti. Efendrika (Aphendrika) arkeolojik alanı, Karpaz yarımadasının kuzey kıyısında, Dipkarpaz köyünün dört kilometre kuzeydoğusunda yer alıyor. Efendrika’da, antik yazarların eserlerinde bahsedilen ve Urania kenti olarak adlandırılan antik yerleşim alanının kalıntıları yer alıyor. Efendrika’daki kalıntılar, ilk olarak İngiliz arkeolog David George Hogarth (1889) tarafından Urania olarak tanımlandı. Alan gerçekten de, muhtemelen Klasik Dönemde gelişme kaydeden ve bir limanı olan eski bir yerleşimin kalıntılarını taşımaktadır. Yıkık durumdaki üç kilise ve diğer mimari kalıntılar bölgenin Erken Bizans Dönemi'nden Orta Bizans Dönemi'ne (MÖ 6-12.yy.) kadar yeniden geliştiğini göstermektedir. (Kaynak: Kıbrıs Postası: Yayın Tarihi: 04/02/21 )
ELAUSA MANASTIR KİLİSESİ –(Dipkarpaz)
Dipkarpaz köyünün yaklaşık 2 mil batısında bulunan kilise bir manastırın merkezinde yer almaktadır. Kilise dışındaki manatır yapıları günümüze kadar gelmemiştir. Önceleri Mısırdaki Sina Dağı Azizesi Catherina manastırının malı olmasına karşın, 1960 yılından sonra Apostolos Andreas manastırı tarafından satın alınmıştır. Merhamet ile acımayı simgeleyen Meryem Ana’nın adını taşımaktadır. M.S. XV. Yüzyılı ile erken XVI. Yüzyılda inşa edildiği tahmin edilmektedir. İki sahınlı ve iki apsitli bir kilise olup iki sahını birbirinden ayıran kemerler hacimli sütunlarla desteklenmektedir. Kilisenin güney giriş kapısı yüksek kabartmalı dış kesimi motiflerle bezenmiştir. Bezemelerde Bizans ile Gotik elemanlar karışık bir şekilde kullanılmışlardır. Bir zamanlar kilisenin iç duvarlarının tamamı fresklerle kaplı olmasına karşın daha sonraları freskler beyaz duvar boyasının altında kalmıştır. 1974 yılından önce kilisede M.S. XV ile XVI. Yüzyıla tarihlenen çok eski ikonlar bulunmaktaydı. Şu anda bu ikonların Arhangelos Michael’e ait olan Lefkoşa’daki Başpiskopos Makarios Müzesinde teşhir edilmektedir. (Kaynak: Araştırmacı -yazar Zekai Altan, Gizemli Kıbrıs, 3. Baskı, 2016, okman Printing, sayfa: 538-539)
GÖKTAŞI (Kırmızı Taş)-(Dipkarpaz)
Karpaz’da Şelonez’in kuzeyindeki dağın tepesinde çok büyük bir göktaşı bulunmaktadır. Oraya ne zaman düştüğü bilinmemektedir. Kırmızımtırak renkli olan taşın kristalimsi bir yapısı vardır. Büyük bir yangın geçirmiş olması nedeniyle dış kısmında küçük çatlaklıklar oluştuğundan, bu parçalar ana kayadan kolayca koparılabilecek durumdadır.
(Kaynak: Araştırmacı -yazar Zekai Altan, Gizemli Kıbrıs, 3. Baskı, 2016,Okman Printing, sayfa: 542)